Ocaktaki çorbayı karıştırırken, dün ikindi çayı bahanesiyle gelen komşusunun; evden çıkarken, usulca sehpaya bıraktığı sünnet davetiyesine takıldı gözleri, buğulandı. Kadıncağızın çekingen tavırlarını görmezden gelmişti.

  Doğumunun ikinci gününde kaybettiği bebeği aklına geldi. Kahverengi gözleri daldı; eli yavaşladı. Çorba köpürdü, köpürdü tencereden taştı. Alevlerin cazırtısıyla irkildi. Hemen ocağı söndürdü. Ensesinden dolayıp göğüslerine doğru saldığı tülbentinin bir ucunu aldı; kolalı oyalarının arasından gözyaşlarını sildi. Kayan baş örtüsünü düzeltti; kömür siyahı kıvırcık saçlarını tekrar içine yerleştirdi. Kırmızı taşlı altın küpelerini dışına çıkardı. Kocasını uyandırmaya gitti. Bir iki sırtına usulca dokunup: “Hadi kalk.” dedi. “Saat sekiz buçuk oldu.”    Hemen uyanmayacağını bildiğinden tekrar mutfağa döndü. Duvarda asılı kasnağa uzandı, tam koluna geçirecekken eğreti duran çivi de kasnakla birlikte yerinden çıktı, düştü. Dolaptan tek bir kürdan aldı, ikiye böldü, yerden alıp tekrar aynı deliğe soktuğu çiviyi kürdanla sıkıştırdı. Sofra beziyle sürahiyi de alıp oturma odasına geçerken ‘Bizim sakar kız yine suyu devirmese bari’ diye dua etti. ‘Suyunu kendin doldurmazsın, sürahiyi sofranın dibinde, başucunda istersin, çocuklar da çarpıp dökünce bağırırsın’ diyemediği için kendine kızdı.

  Sinide çorba kasesi hazırdı. Fatma’nın içi rahattı çünkü neden bu kadar kıymetli olduğunu sormaya korktuğu kaşığını koymayı unutmamıştı. Görünen tek fark, diğerlerine göre sadece biraz daha derin olmasıydı. Çeyrek kaşık fazla alıyor diye bu kadar öfkelenemezdi herhalde. Geçen gün, akşam yemeğinden sonra yıkamayı unutmuş, sabah da üşenip sofraya başka bir kaşık koymuştu da olanlar olmuştu. Birden: “Bir türlü öğretemedim sana!” diye bağırıvermişti. Fatma,kocasının neye kızdığını anlamaya kalmadan o: “Ne zaman çorbamı başka bir kaşıkla içtim?” deyip; hırsla kaşığı duvara fırlatmış, sonra da alelacele giyinip evden çıkıp gitmişti. Önce ‘Ne var bunda bu kadar kızacak’ diye içerlemiş, ardından bakakalmıştı. Sofrayı toplayıp bulaşıkları yıkamaya koyulunca da hak vermişti kocasına. Kahvaltıda sadece tarhana çorbası içtiğini bildiği halde bazen çay demlediği oluyordu değişiklik olsun diye. O zaman da kızıyordu kocası. Yine aynı şeyi yapmıştı.

  Abdi, kilimin üstündeki -karısının eski eteğinden bozmadiktiği- mindere otururken saçlarının uçlarında kalan tek tük su damlaları da sofra bezine düştü. Yüzünü yıkamak için lavaboya eğildiğinde, zamansız ağarmış saçlarını da ıslatırdı. Haftada bir banyo yaptığı için saçlarını ancak bu şekilde tarayıp şekle sokabiliyordu. Bağdaş kurduğu bacaklarının arasına sofra bezini yerleştirdi. Komşuları Fırıncı Fadime’nin taş ocağında, karısının  hamurunu kendi yoğurup pişirdiği- ekmekten bir parça koparıp çorbaya ufaladı, karıştırdı; höpürdeterek sıcaklığını ala ala içti.

  Fatma da yanına diz çöküp oturdu. Sonra bir dizinin üstüne ağırlığını verip diğerini göğsüne dayadı. Olduğu yerde biraz yaylandı. Olmadı, geçmedi bu sefer bel ağrısı. Üç çocuğunu da sırtında büyütmüştü. Ev işlerini yaparken paçasına yapışan çocukları beline bağlar, işine devam ederdi. Sırtındaki yükün zamanla oluşturduğu bel kayması ıstırap veriyor, uzun süre aynı pozisyonda oturamıyordu. Ağırlığını sağa verdi, solboşluğuna ince minder sıkıştırdı. Yanı başında sus pus oturan çocukları bakışlarıyla uyardı. Uyanır uyanmaz canları kahvaltı çekmezdi ama Fatma, bugün de çocukları tembihlemişti: “Hır gür çıkmadan babanızı işine geçirelim.” “Sessizce karnınızı doyurun, sakın şımarıklık yapmayın!”

  Kahvaltı sorunsuz geçti. Abdi doyunca öne doğru hafif eğildi, silmek için ağzına götürdüğü sofra bezinin ucunu bıyıklarında da gezdirdi. Yerden kalkarken etrafı saran sarımsak koku- sundan babalarının yine geğirdiğini anlayan çocuklar, burunlarını kıvırıp odadan kaçıştılar.

 Akşamki sünnet düğününü hatırladı. “Gelirken zarf getirmeyi unutma.” dedi. “Takı parası koyacak zarf kalmamış.”Kocasının ne zaman bağıracağını kestiremediği için biraz geriledi. Yakışıklı yüzünü görünce ‘Bugün iyi gününde’ diye içten içe sevindi. Abdi: “Ne kadar koysakki, yüz yüze bakıyoruz ayıp olmasın?” diye mırıldanınca fikrinin sorulmasına çok mutlu oldu, bunu da gizlemedi. Doğum lekelerinin maskelediği beyaz teni kızardı. Muntazam burnundaki damar çatlakları daha da belirginleşti. Kocasının ağzından çıkan bir tatlı sözle tüm korkusu, kederi gider; etrafında pervane olurdu, çünkü onu seviyordu.

  Cesaretle: “Havalar ısınmaya başladı.” deyiverdi, kocası pantolonunu giyerken. “Kumaş al da Terzi Toto’ya yazlık diktir bari, üstündeki yünlü, terletir.”

  “Sen mi giyeceksin!” lafı tokat gibi geldi, beklemiyordu.‘Keşke sussaydım’ diye iç geçirdi. Gidene kadar hiç sesini çıkarmadı, çorabını giydirmek için bekledi.

  Abdi, pantolonun sol cebine yatırılacak faturalar için ayırdığı paraları, sağ cebine kalan bozuklukları yerleştirdi. Zinciri sallanan anahtarlığı kemerine geçirdi. Gömleğinin cebindeki sigara paketinin yanına bir de tükenmez kalem iliştirdi. Aslında sigara içmezdi. Hatta içmeyi bile beceremezdi. Ama eşe dosta ikram etmeyi pek severdi, gizliden hava atmayı. Arka cebinden ince dişli tarağını çıkardı, ıslak saçlarını soldan sağa tarayıp eliyle alnına doğru hafiften düşürdü, tekrar cebine koydu. Karyolanın köşesine oturdu, elinde çorapla bekleyen karısına ayağını uzattı. Fatma, kocasını daha da kızdırmamak için önce çorapları yanlarına doğru esnetti, avuçlarının arasında yumuşattı; ikisini bir çırpıda giydirdi, koncunu düzeltti. Pantolonun paçalarını aşağıya doğru tozunu silkeler gibi sıvazladı.

  Abdi, dış kapının eşiğinde durdu, gelecek bir şey olup olmadığını sormadı bu kez. Karısını bakkala göndermez ne lazımsa evden çıkarken sorar, akşama kendisi getirirdi. Otuz yedi numara ayakları için iki numara büyük aldığı ayakkabısının içine yerleştirdiği keçeyi düzeltip giydi.Ceplerindeki ağırlıktan sarkan pantolonunu arada bir kemerinden çekiştire çekiştire; kısa adımlarla yola koyuldu.

  On dakika sonra yekpare camında YORGANCI ABDİ yazan dükkana vardığında çatık kaşları gevşemişti. Kemerine geçirdiği anahtarı çıkardı, kapıyı açtı; -KAPALI- yazan tabelayı çevirdi, -AÇIK- tı artık.

  On bir yaşında köyünden kaçınca soluğu; Eşme’nin çarşısında rastgele girdiği bu dükkanda almıştı. Abdullah Usta’dan yorgan dikmeyi, yorgan ipi boyamayı öğrenmiş, akşam olunca da diktiği yorganların, pamuk çuvallarının arasında uyuyup karın tokluğuna çalışmıştı yanında. Adam da hayırsever bir insan çıkmış ona babalık yapmıştı yıllarca. Yorgancı Abdi olarak ün salmayı başarmıştı. İşinde iyi, çevre esnaf tarafından sevilen birisi olup çıkmıştı. Tahsili ol- masa da yol yordamı iyi bilir, tanıdıkları aracılığıyla işlerini çabucak hallettirirdi. İlçedeki çoğu öğretmen ve doktorla arkadaşlığı vardı.

  Fatma ilk zamanlar Abdi’nin bu hallerine anlam veremedi. Kocasına ve evliliğe alışmaya çalışırken, baba ocağında gördüğü neşeyi, sohbeti özler oldu. Ailesinden kimse yoktu yanında. Komşularına da derdini anlatamazdı. Ayıp kaçardı. ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ Böyle söylemez miydi büyükleri. Hem ne diyecekti? ‘Kocam kötü’ dese nereden başlayacaktı anlatmaya. Daha evliliklerinin ilk aylarında yaşadığı olaya kim inanırdı ki? Aklına düştü yine o gün.

  Ansızın çalan kapıyı açtığında karşısında ağabeyiyle yengesini görmüştü. Hasretlik çeken kalbi pır pır etmiş, farkına varmadan yanaklarına süzülen gözyaşlarına engel olamamıştı. Ağabeyi İzmir’de yaşıyordu. Yeni evlendiğikarısını köyüne -el öpmeye- götürüyordu. Biraz soluklandıktan sonra Fatma’ya: “Hadi hazırlan, köye gidiyoruz. Abdi’ye söyledim, vakitli gider, geçe kalmadan döneriz.” deyince kocasına tekrar sormayı akıl edememişti. Nasıl olsa bir kaç saat sonra döneceklerdi.

  Köy dönüşü sokağın başında kardeşini arabadan indirip, yoluna devam etmişti ağabeyi. Böylece Fatma, yazılan kaderinden habersiz evinin yolunu tutmuştu. Hava kararmak üzereydi dizlerinin bağı çözüldüğünde. Kapıda kocaman bir asma kilit duruyordu. Anlam verememiş; ilk aklına gelen son günlerde radyoda fazlaca duyduğu Kıbrıs Sorunu olmuştu. Kulaktan dolma bildiklerine göre -Birinci Dünya Savaşından yenilgiyle çıkan Osmanlı, Kıbrıs’ı İngiltere’ye bırakmıştı bırakmasına ama Rumlar ENOSİS planıyla Yunanistan’a bağlanmak istiyordu. Diplomatik olarak başarıya ulaşamayınca Türklere karşı şiddet furyası başlatmıştı. Zulümler, kıyımlar sonunda belirlenen Yeşil Hat bile Türklerin ölmesine engel olamamıştı. Savaş kapıdaydı- Bunlar konuşuluyordu son günlerde. Bir an ‘Acaba askerler mi geldi?’ diye düşünmüş, sonra kendi düşüncesini anlamsızca komik bulup doğruca kocasının dükkanına gitmişti. Abdullah Usta karşılamıştı Fatma’yı. Sakince dinledikten sonra “Sen git kapıda Abdi’yi bekle.” diyerek onu göndermişti. Zaman sonra, sokağın başında kocasını görünce içi rahatlamıştı; daha büyük bir şaşkınlık yaşayacağının farkında değildi henüz. Suratına bakmayan kocasına neden böyle yaptığını sormaya cesaret edemeyip, kilidi açmasını beklemişti. İçeriye girdiklerinde karşılaştığı manzarayla aklı başına gelmiş, sorularının cevabını kendisi bulmuştu artık. Odanın içi yırtılmış düğün fotoğraflarıyla doluydu. Mavi ciltli fotoğraf albümü, sayfaları açık bir şekilde ters kapanmış, yerde duruyordu. On gün konuşmamıştı kocası onunla. Meğer Abdi karısını denemiş, ‘İzin almadan gidecek mi, gitmeyecek mi’ diye. Eve gelipbakmış, öfkeyle tüm düğün fotoğraflarını yırtıp kilidi değiştirmek için soluğu çilingirde almış.

Ağabeyi üşenmeyip kapının önüne kadar getirseydi Fatma’yı, asma kilidi görseydi ne düşünür, ne yapardı? “Kızım bu adamın öfkesi yaman, daha cicim aylarında bunu yaparsa ömür geçiremezsin bununla sen, yol yakınken gel seni götüreyim babamızın evine.” der miydi? Tut ki dedi, Fatma kocasını bırakıp gider miydi? Böyle düşününce hatasını anladı. Gideceğinden haberi olsa da, yabancı değil -ağabeyi- bile olsa kendisi de kocasının rızasını almalıydı. Evet, asıl suçlu kendisiydi.

  Bu ilk kabullenişi oldu. Yaşadığı her üzücü olayda kendini suçladı. Susmayı seçti. İçine attı. Ne bağırarak karşılık verdi kocasına nede sakince konuşarak. Bazen çok kahırlandı ağladı, bazen de hiçbir şey olmamış gibi ev işine koyulup unuttu.

  Gel zaman git zaman aslında kocasının herkese iyi davranan yardımsever, hoş sohbetli, şen şakrak biri olduğunu duydu, gördü. Yine kocasına bir çift laf etmedi ama ağlamaları sıklaştı. Ağladıkça burun kanamaları başladı, böyle günlerde bütün gün yataktan çıkmaz oldu.

  Fatma gerçekle umudu karıştırır hale gelmişti son günlerde. Farkında değildi ama yadsıyordu artık her olayı. Kocasıkızmakta haklıydı. Bu sabahta giydiği pantolonuna karışmış akıl vermeye kalkmıştı. Düşünceli halini sokaktan gelen davul zurna sesi böldü. Komşusunun sünnet düğününe gideceklerini hatırladı. Güzelce giyindi, gezmelik eşarbını bağladı. Altın pul zincirini sandıktan çıkarıp boynuna taktı. Kocasının gelmesini bekledi.

  Abdi eve girdiğinde karısını süslenmiş görünce hemen anladı, ”Sen gelmiyorsun!” dedi öfkeyle. “Önce bir erkek doğur da o zaman gidersin sünnetlere!” 

  Duyduğu son sözlerdi. Burnundan gelen kanların kapladığı kenetlenmiş dişlerinin arasında lime lime olmuş dilini hissetmedi. Kocasının, kaşığın sapıyla çenesini aralamaya çalışırken zorladığı dişinin söküldüğünü farketmedi.

  Uzaktan acı acı yaklaşan sese uyandı. Uzandığı yataktadoğruldu, yavaşça terliklerini giydi. Merakla pencereye yürüdü. Camdan aşağıya bakınca gördüğü kapıları açık ambulansın, iki hafta önce kendisini taşıdığından habersiz, beyaz önlüklü birilerinin sedyeyi telaşla itekleyişini seyretti. Başı döndü. Yatağına yönelirken serum iğnesi yerinden oynadı. Acıyan elini ovuştururken içeriye giren hasta bakıcının; koğuştaki boş yatağın sararmış muşambayla kaplı şiltesine çarşaf örttüğünü görünce bu gece yalnız uyumayacağını düşünüp gülümsedi, dökülmüş dişinin arasından dilindeki dikişler görüldü.