Vaktinde dönemeyeceğini düşünüp adımlarını hızlandırdı. Busefer karşısındaki öğrencileri değil, arkadaşıydı; zorlanacağını seziyordu. Söze nasıl başlayacağını düşünürken buraya ilk geldiği günlerdeki hissettiklerini sorgulamadan da edemiyordu şimdi. Acaba yanılmış mıydı?

  Beş ay önce müdür olarak geldiğinde Eşme, İzmir’in nemli sıcağından sonra iyi gelmişti. Küçük, sakin bir yerdi. Halkı da cana yakın, saygılıydı. “Huzur kokuyor Nesrin burası” dediği günü hatırladı.

  Mahallenin meraklı bakışları arasında yükünü boşaltan kamyon gideli çok olmuştu. Kendisi gibi öğretmen olan karısı Nesrin’e yardım etmiş, mutfak dolaplarının tozunu almıştı. Kalan son kap kacak kolisinin bantlarını da açıp sigara içmek için balkona çıkmıştı. Tabakları, tencereleri kendi kullanışına göre yerleştirmek istemişti karısı.

  Sanat Okulu’nun bahçesinde, çam ağaçlarının gizlediği küçük, tek katlı lojmanın arka balkonu dar bir sokak arasına bakıyordu. İç içe geçmiş bahçeyle sokağı ayıran sınır, yüksekliği bir -bilemedin bir buçuk- metre olan esnemiş telleri, balkona doğru yatmış direğiyle, paslı bir tel örgü. ‘İşte bu iyiye işaret, çocuk çok olmalı!’ diye geçirmişti içinden. Uzun bacaklarına bakıp rahatlıkla balkondan sokağa atlayabileceğini hesaplarken, çiti saran iki kök süpürge otunun birden hareketleniveren pembe çiçeklerine dikkat kesilmişti; börtü böcekle işleri vardı anlaşılan.

  “Balkon kapısına sineklik lazım Nesrin, toprakla iç içeyiz.” Otların arasından bir kız çocuğu panikle doğruluvermişti o an. Kulaklarının arkasına kıstırdığı siyah saçlarından kurtulup alnına düşen bir tutam perçemi,  elinin sırtıyla iteklemeye çalışırken göz göze geldiklerinde, kızın kömür karası masum bakışı ısıtıvermişti içini. ‘Akran olmalılar’ diye sevinmiş, hafiften gülümseyip bir de göz kırpmıştı. Kız hiç tepki vermeden,elindeki ucu kırık tahta kaşığı tekrar kum yığınına daldırıp oyununa devam etmişti.

  -Kara kız, adın ne senin?

  -... Cevap vermemişti kız.

  -Duyamadım?

  -Nuuuyan.

  -Nurhan, ne güzel adın varmış. Biliyor musun, benim de kızım var, Sinem. Yanına getirsem oynununa onu da katar mısın?

  -Olur. Yüzüne bakmamıştı kız.

  Sigarasından bir nefes daha çekip hemen karısına koşmuştu: “Nesrin! Dışarıda bir kız var; tek başına oynuyor, Sinem yaşlarında. Yanına götüreyim, belki kaynaşırlar, iyi gelir bal kızıma...”

  Sinem’in sağ eli bebekliğinde yaşanan talihsizlik sonucu yanmış,  parmakları da büzük kalmıştı. Büyüdükçe görüntüsünden utanmaya başlamış, meraklı gözlerden kaçmak için de evden çıkmaz olmuştu. Giderek içine kapanan kızlarının bu durumu o sıralar tek dertleriydi. Okulların açılmasına az zaman kalmıştı, birinci sınıfa başlaması gerekiyordu ama Sinem ayak diretiyordu.

  Etrafı dolaşma bahanesiyle dışarıya çıktıklarında hava kararmak üzereydi. Nurhan, küçük bir kayrak taşını araba yapmış, yollar çizdiği kum yığınında sürüyor, genzinden de motor sesi çıkarıyordu. Bülent de yanına çömelmiş, saçlarını usulca okşayıp kızını tanıtmıştı. Bu sırada, sokağın başında beliren babasını görür görmez telaşlanan Nurhan; hiç bir şey söylemeden evlerinin bahçesine kaçıvermişti. Dükkanını kapatıp evine dönen Abdi, kızının o saatte hala sokakta olmasına sinirlendiğini farkettirmeden: “Selamünaleyküm, birine mi baktınız?” diye sormuştu.

  Böylece Bülent, kızıyla birlikte kendine de arkadaş edinmişti. Son ders zili çalar çalmaz, siyah takım elbisesinden kurtulup; bir kadeh rakı, bir dilim kavun ve pilli küçük radyosuyla lojmanın kamelyasında Abdi’yi bekler olmuştu. Onunla sohbet etmeyi sevmişti. Her geçen gün Eşme’de ne kadar sevilip sayıldığına hayretle şahit oluyordu. Yorgancı Abdi Usta’yı bilmeyen yoktu. İş bitiriciliğini bilenler yardım almak için önce ona uğruyordu. Ortaokul olmadığı için çevre köylerden okumaya gelen çocuklara kalacak yer ayarlıyor, tarla işinden vakit bulamayan ana babaları adına gönüllü öğrenci velisi oluyordu. Elinden her iş geliyordu. Televizyonu karıncalı göstermeye başladığı vakit soluğu dükkanında alan ihtiyarın, rüzgarla dönmüş  antenini düzeltmek için çatıya çıkan da oydu.

  Nedense iki gündür Abdi, yanına uğramamıştı. Evine geçerken de görmemişti. Meraklanmış, Sinem’i de yanına alıp Abdi’nin evinin kapısını çalmıştı ilk kez; Fatma ile Nurhan evde olmalıydı. ‘Abdi Usta, gel laflayalım biraz’ diyen hep kendisi olmuş hiç onun evine gitmemişti. Fatma’nın pek dışarıya çıkmamasını ise ayak üstü gördüğü kadarıyla çekingenliğine ve hamile oluşuna yormuştu. Nesrin’le de tanıştıramamıştı henüz.

  -Nurhan! Merhaba, özledik seni. Dışarıya da çıkmıyorsun.

  -Ben de...

  -Baban yok mu?

  -Yok. Gelmiyor eve.

  -Aa! Bir yere mi gitti?

  -...

  Kızın kara gözlerinden yaşlar dökülmeye başlayınca, ters giden bir şeyler olduğunu düşünüp içeriye girmişti. Fatma, lohusa yatağında bir an ne yapacağını bilememiş; telaşla doğrulup tülbentini düzeltmişti.

  -Geçmiş olsun yenge, hiç haberimiz olmadı.

  -Sağol öğretmen bey.

  -Adını ne koydunuz?

  -Ayhan...

  -Adıyla yaşasın, Allah acısını göstermesin oğlunuzun.

  -Erkek değil, kız.

  Bülent önce ne diyeceğini bilememişti. Duyduklarından afallamış, inanamamıştı. Aynı kişi mi yapmıştı tüm bunları?Kadının doğum lekelerinin maskelediği soluk yüzündeki hüzün, şaşkınlığına öfke katmaya başlamıştı.

  Başta sessiz kalmayı deneyen Fatma’nın mühürlü dudakları ne olduysa çözülüvermişti. ‘Bu hamileliği diğerlerine nazaran farklıymış, bulantıları, ağrıları onu bezdirmiş. Demekki erkek olacakmış. Ayhan olsunmuş adı; Nurhan’a uygun. Sabaha karşı sancıları başlayınca iki sokak ötede oturan Sultan Ebe’yi eve çağırmışmış Abdi. Ebe, beyaz kundağa sarmaladığı bebeğianasının koynuna sokuştururken Abdi’ye dönüp nur topu gibi kızını müjdelemesiyle kocasının,  -kararan suratını- son görüşü olmuş…’ Durmaksızın anlatmıştı Fatma, içini döker gibi.

  -Peki neden Ayhan, neden değiştirmediniz? Başta ne diyeceğini bilemeyen Bülent, zaman sonra konuşabilmişti.

  -Geçmiş olsuna gelenler oldu, ‘Adını ne koydunuz’ diye soranlar. Ben de daha Abdi gelmedi diyemedim, Ayhan deyiverdim.

  Kafasında düşüncelerle ayrılan Bülent, bu duyduklarını bir çırpıda Nesrin’e anlatmış, ‘Kadıncağızın belki çekinip söyleyemediği ihtiyacı vardır, bi baksan’ demişti.

  Gerisini, alelacele pişirdiği bir kap sıcak muhallebiyle evden çıkıp; yüzünü ilk kez gördüğü Fatma’nın yanından geç vakit dönen Nesrin’den dinlemişti: “Abdi daha on bir yaşındayken babasına kızıp evden kaçmış, jandarmaların evine teslim etmesinden bir hafta sonra tekrar kaçınca bir daha arayıp soran olmamış. Yorgancı çırağı olarak karın tokluğuna çalıştığı dükkan evi, pamuk balyaları da yatağı olmuş. Ustası babalık da yapmış Allah için. Fatma’yı istemeye o gitmiş mesela.” Biraz soluklandıktan sonra kaşlarını çatarak sürdürmüştü: “Gelin geldiği ilk gün kocası ‘İzinsiz evden çıkmak yok! Düğündeki son oynayışındı, bir daha davul karşında kıvırtmak yok!’ diye sıralayıvermiş, düşünebiliyor musun?”

  Bülent, duydukları karşısında şaşkınlığını gizlemeyi gerek görmemişti ama sessizliğini sürdürerek karısının anlatmasına izin vermişti.

  -Yalnız bebeğin yüzü sarı gibi geldi bana, kansız mı acaba?

  -Bu ne yaman çelişki, tüm bunları yardımsever bildiğim Abdi yapmış ha!

  -Haftalardır arkadaşlık ettiğin adamı nasıl tanıyamadın, aklım almıyor. Karısının son sözündeki kinaye ağır gelmişti. Ertesi gün öğle zili çalar çalmaz Abdi’nin dükkanına gitmeye karar vererek yatağa girmişti.

  Çarşıya yaklaşınca soluğu iyice kabardı. Durup derin bir nefes aldı, bir an Abdi’nin dükkanının bulunduğu sokağa baktı. Çarşı Camii’nin avlusundan gelen takunya sesleri, bitişiğindeki tamircinin kasetinden yayılan Ümit Besen’in -Sigarası yaldızlı, Geliyor nazlı nazlı- sesinde kayboluyordu. Yanından gürültüyle geçen Turuncu Anadol yavaşladı, yolun kenarına park etti. Kasasında oturan kadın doğruldu, şalvarını düzeltip kaldırıma atladı. Sırtına aldığı yün çuvalıyla Abdi’nin dükkanına yöneldi. Belliki pazarlık edecek; ‘Yünü benden olursa kaça dikersin çift kişilik yorganı?’

  Acele edip kadından önce içeri girmeliydi. Tekrar hızlandı. Kapı eşiğine vardığında durup Abdi’ye bakındı, göremedi. Dükkanın içi, raflara döşenmiş kumaş toplarıyla rengarenk. Duvarda asılı bir yorgan; el işçiliğinden pahalı olduğu anlaşılıyor. Bordo saten kumaş üzerine, söğüt dalında birbirine bakan iki tavuskuşu tasvir edilmiş. Kızılcık sopasıyla pamuğu dövülüp düzleştirilmiş, tebeşirle palmiye deseni çizilmiş beyaz saten yorgan, ranzada, dikime hazır. Üstünde beyaz ip çilesi, yorgan iğnesi bir de yüksük.

  Sırtında yün çuvalı taşıyan kadın yerine dükkana giren Nesrin oluyor. Yüzü kireç gibi. Yanında da Doktor Şevket.

  -Bülent! Sabah Fatma’ya uğradım. Geceden beri pelte gibiymiş bebek. Baktım, alev alev yanıyor yavrucak. Şevket Bey’i çağırdım...

  Boğazı düğümlenen Nesrin’in yerine doktor konuşuyordu artık.

  -Sarılık, geç kalınmış, kanının değişmesi gerekirdi meleğin...

  Depoya inen merdiven basamaklarında pamuk tozları uçuşmakta. Hallaç makinasının güçlü sesi geliyor aşağıdan. Abdi, önce çuvaldan aldığı topak  pamukları silindirin dönen dişlilerin üstüne yayıyor, sonra da tanburun fırlattığı taranmış pamukları bir tarafa topluyor. Depo toz bulutu, nefes alınmıyor...