''Laf aramızda bu resmi her yerde görürüm ama onu bu kadar ünlü yapan nedir hiç bilmem, biliyor musun?” 

“Gerçekten mi?” 

“Yani…” Sesindeki mahcubiyet hissediliyordu. Utanacağını tahmin etmemişti. Aslında başkasına söylese rahatsız olmazdı; Adin’in, ‘Hiç senden ummazdım!’ edalı şaşkın bakışı olmuştu onu utandıran. Neden her konuda bilgili olmasını bekliyor, anlam veremiyordu. “Kaplumbağa Terbiyecisi. Tek bildiğim bu.” diyebildi. 

  Alışveriş merkezinde karşılaşmışlar, ayaküstü laflarken sohbet koyulaşınca bir cafeye oturup birer de çay söylemişlerdi. Adin’in, aldığı bin beş yüz parçalık puzzle kutusunu masaya koymasıyla açılmıştı konu.

  “Evet, Osman Hamdi Bey’in eseri. Aslında pek çok tablosu var ama en bilindik olanı bu.”

  “Öyleyse ünü tabloda işlenen kompozisyondan geliyor olmalı.” Gülin, arkadaşının anlatmasına izin vererek utancını unutmak istemişti.

  “Osman Hamdi Bey, ‘Ustalık eserim’ dediği bu tabloyu iki kez resmetmiş.”

  “Oryantalist ressamlar beğendikleri eserlerini tekrar çizerler diye duymuştum.”

  “Bak, ben de bunu bilmiyordum.” Gülin’in aksine Adin’in sesinde hiç mahcubiyet belirtisi yoktu, gayet neşeyle çıkmıştı kelimeler ağzından. Bu önemsiz ayrıntıya takılmadan devam etti: “Bir yıl arayla çizmiş.”

 “İki resim arasında fark olmuştur.” 

  “Zaten farklı. Mekan ve portre aynı fakat bazı yerlerinde ekleme ve çıkarmalar yapmış.” Çayından bir yudum aldı, bardağı tabağına yerleştirirken devam etti: “Aslında tablonun adı Kaplumbağalar ve Adam. Sonradan değiştirilmiş.”

  “Lale Devrinde, Sadabad eğlenceleri sırasında, hava kararmaya başlayınca; etrafı aydınlatsın diye kaplumbağaların sırtlarına mum bağlanıp sarayın bahçesine salıverilirmiş, biliyor musun?”

  “Çok zekice.” Gülümseyerek devam etti: “Önünde durduğu pencere, Bursa’daki Yeşil Cami’nin ikinci katı, gerçek mekan yani.” Suratındaki gülümseme kısa sürdü: “Tabloları dışında diğer çalışmalarının pek bilinmemesi gerçeği var, ne yazık ki…” Yüzündeki üzgün ifadeyi sürdürdü: Mesela şu an sadece ressamlığını konuştuk, belki birazdan konu değişecek, öylece kalacak.”

  Gülin şakayla karışık: “Anlat o zaman Osman Hamdi Bey’in çalışmalarını da öğrenelim.” derken merakını gizlememişti.

  “Mesela; -Müze-i Hümayun- yani İmparatorluk Müzesi onunla birlikte parlamaya başlamış. İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni kurmuş ve o zamana değin hiç gündeme gelmemiş olan antik eserlerin yurt dışına kaçırılmasını önleyen çalışmalar başlatmış, nizamname hazırlatmış. Çokça kayıplar verdiğimiz tarihi eserleri korumaya alan ilk kişi.”

  Gülin’in gözleri çakmak çakmak oldu, birden Adin’in konuşmasını kesti: “Aa, yoksa İskender Lahdi!..”

  “Yaa, sen de biliyorsun, tıpkı şu puzzle parçaları gibi, birleştikçe hatırladın, değil mi?”

  “Tabi ya, hatta onunla ilgili efsane dolaşır ağızdan ağıza.”

  “Anlatsana.”

  “Günün birinde, şimdiki adıyla Lübnan’da bir çiftçi, bahçesinde kuyu açarken mezarlar görür. Sayda Kaymakamlığı'na bildirir, kaymakam da İstanbul’a derken; padişah II.Abdülhamit’ten onay ve ödenek alan Müze-i Humayun Müdürü Osman Hamdi Bey, bölgeye gider. Kazı çalışmaları yapar. Bulduğu on yedi lahitten, değerli gördüklerini yanında götürmek ister. Bunlardan biri de ünlü İskender Lahdi’dir. Gemiciler, her biri neredeyse yirmi beş ton olan lahitleri gemiyi batırır korkusuyla yüklemezler. Osman Hamdi Bey de çareyi lahde kendisini zincirlemekte bulur. Böylece lahitler İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde yerini alır.”

  “Of, çok etkileyici.”

  “Ama işin enteresan yanı, İskender Lahdi’nin İskender’e ait olmaması.”

  “Nasıl, yanlış mı biliyoruz?”

  İki arkadaş biraz da havadan sudan konuşup ayrıldılar. Gündüz sohbetinin etkisiyle yatağa giren Gülin, Osmanlı döneminin kah zenginliğini kah zorluklarını düşündü, uykusu kaçmıştı. Osman Hamdi Bey’in hayatını okumaya koyuldu. Okudukça hayranlığı arttı. Genç yaşta Fransa’ya hukuk eğitimi için gittiğini, sanatsal yönü ağır basınca arkeolojiye yöneldiğini, müzeci, diplomat, yazar kimlikleriyle pek çok başarılı çalışmalarının olduğunu öğrendi. Bir de yaz aylarını geçirdiği sahil evinin Eskihisar’daki Osman Hamdi Bey Müzesi olduğunu ve vasiyeti üzerine oraya defnedildiğini.

 Yanıbaşında müze olduğundan habersiz İzmit’te geçirdiği yıllara hayıflandı. Hemen telefona sarıldı, Adin’e mesaj yazdı; “Yarınki programını iptal et, seni tarihi bir yolculuğa çıkaracağım.”