“Anne, ben yarın okula gitmeyeceğim, baştan söyleyeyim.” diyerek girdi içeriye.
“Sana da merhaba oğlum, hoş geldin!”
“Of anne ya!”
“Oğlum, önce üstünü değiş, elini yüzünü yıka, sonra konuşalım, ne dersin?” Annesinin umursamaz görünen bu tavrına içerleyen Ali, doğru odasına çıktı. Genelde buna benzer şikayetlerle eve girdiği için annesi alışıktı ve nasıl olsa birazdan kendiliğinden anlatacaktı, üstelemedi. Bazen de -her çocuk gibi- tüm gün üzerinde taşıdığı günün stresini annesine kusup rahatladıktan sonra kendiliğinden unuturdu sorun ettiği şeyi.
Bir süre sonra odasından çıkan Ali’nin düşmüş yüzünü gören annesi, oğlunun toparlanamadığını farketti. Akşam yemeği için yıkadığı salata malzemelerini tezgaha bırakıp elini kuruladı. Sarılmak için kollarını açıyordu ki oğlu: “Of anne! Çocuk muyum ben?” diyerek geriledi. “Kaç defa söyledim sana, kucaklama beni diye, arkadaşlarımın yanında da yapıyorsun!”
Annesi hiç duymamış gibi: “Benim oğlum büyümüş mü?” diyerek yanağına küçücük bir öpücük kondurdu, Ali de ses etmedi.
“Bak içeride kim var?”
“Kim?” Bir an durdu; aklına bir şey gelmiş gibi aniden kaşlarını çattı, dişlerinin arasından: “Neden baştan söylemiyorsun? Konuştuklarımız duyulmuştur!” dedi öfkeyle. Sonra konuğu hatırlayıp merakla sordu: “Kim geldi?”
“Hasan deden.” O an Ali’nin gözleri fal taşı gibi parladı; bütün öfkesi, utancı geçip gitti, hemen salona fırladı.
Dedesinin uzun zamandır dizleri ağrıyordu. Sonunda kızının ısrarına ve ızdırap veren ağrılara dayanamayıp doktora görünmek için Uşak’tan gelmişti bu sabah. Çenesi göğsüne düşmüş yarı uykulu adam, torununun sesiyle irkildi. Bacaklarına örttüğü el örmesi küçük battaniyeyi eliyle çekiştirip, uzandığı koltuktan doğrulmaya çalışırken; Ali, çoktan dedesinin boynuna sarılmıştı bile. Sanki biraz önce sarılmaktan utanan kendisi değilmiş gibi. Dedesinin ilerlemiş yaşına, iyiden iyiye beyazlamış saçlarına ne hikmetse hayrandı.
Öpüşmeler, kucaklaşmalar derken yemek faslına geçildi. Kızı, rahatsız olmasın diye babasını koltuktan kaldırmadı, yemeğini tepsiyle kucağına getirdi. Kendileri de yemeklerini mutfakta, masada değil; onun yanında, yer sofrasında yediler.
Çaylar içildi, özlem giderildi, Ali’nin yatma vakti geldi. Annesi: “Oğlum uyku saati geldi, yarın devam edersin dedenle sohbete, hadi odana.” der demez Ali, hatırladı: “Okula gitmeyeceğim yarın!” Dedesi yanıbaşında oturan torununun elini avucuna aldı: “Neden gitmiyorsun okula, yoksa doktor olmaktan vaz mı geçtin?” diye sordu ve şefkatle koynuna basarken: “Sözünü unuttun mu yoksa?” diye ekledi.
“Bak, dizlerim ağrıyor, iyileştirmeyecek misin beni?”
“Dedeciğim, müzik dersi var yarın.”
“Şarkı mı söyleyeceksin?” Kinayeli gülümsemeyle bakmıştı Ali’ye.
“Ne alaka dede ya?”
“Anlat sen de o zaman, karın ağrını.”
“Öğretmen herkese görev verdi, beşinci sınıflardan da beni seçmiş, ceza gibi.”
“Bak hala söylemedin.”
“Müzik enstrümanlarını tanıtacakmışız anasınıfı çocuklarına, ünlüleriyle birlikte.
“E, ne var bunda?”
“Ya dedeciğim, klarnet nedir ya?” “Düşünebiliyor musun anlatacağım, daha doğrusu anlatamayacağım enstrümanın komikliğini?”
“Bu muydu seni okula gitmekten alıkoyan sıkıntı?”
“Hiç komik değil dede!” Dedesinin alaylı konuşmasına sinirlenmişti, öfkeyle: “ Ben nerden bileyim hangi ünlü çalar klarneti!” deyip yanından kalkmaya yeltendi. Elini bırakmadan:
“Mustafa Kandıralı.” deyiverdi dedesi.
“Anlamadım, ne dedin dede?”
“Sen klarneti hangi ünlü çalar demedin mi oğlum? Ben de cevap veriyorum işte.”
Tüm bu konuşmaları sessizce izleyen annesi, çalan kapıya yönelmişti az evvel. Son konuşmaları duyamamıştı. Öğlene doğru müzik öğretmeni aramış, Ali ile ilgili konuşmuşlardı. Öğretmeni, Ali’nin tepkisinden bu görevden memnun olmadığını hissetmiş; mümkünse müzik aletleri kiralanan bir dükkandan klarnet almalarını önermişti. Babası işten sonra bakacak, bulursa getirecekti, bulmuştu demek. İçeriye giren babasının elinde, neredeyse kendi boyuna yakın, siyaha çalan parlak klarneti gören Ali, ilkin afalladıysa da hemen durumu anlamıştı. Çaresizce omuzlarını düşürdü: “İyi de ben Mustafa Kandıralı hakkında hiçbir şey bilmiyorum ki.”
Dedesi dizlerini biraz ovduktan sonra koltuğa uzandı, yanına da gönülsüzlüğü her halinden belli Ali’yi aldı, başladı anlatmaya.
“Sene 1940’lı yılların başı. On üç yaşında bir çocuk. Tek hayali var; usta klarnetçi Şükrü Tunar gibi olmak. Bu hayalle bir gece memleketi Kandıra’dan yola çıkar. Daha doğrusu evden kaçar. Cebinde az bir para, ya var, ya yok. Yürüyerek İzmit’e kadar gelir. Bir yıla yakın sağda solda çalar, söyler. Kaldığı han -han değil ahır mübarek- öyle kötüdür; bir tarafta atlar, eşekler bir tarafta o yatar.”
“Daha neler dede!” Başta ilgisizce dinleyen Ali, şimdi de dedesinin masal anlattığını düşündü. Dedesi, anlatmaya devam etti; Ali’yi duymamış gibi.
“Mustafa’nın içi kıpır kıpır; ‘Bir şey yapmalıyım, daha uzaklara gitmeliyim.’der ve ‘Ya bismillah’ deyip bu sefer İstanbul’un yolunu tutar. Yol dediysem tren yolu. İzmit’ten tren yolunu takip ede ede, bitap bir şekilde Haydarpaşa Garına varır.”
“Yuh dede!” Ali dedesinin masal anlattığına inandı ama masalı da beğendi sonunu merak etmeye başladı.
“Garda bir adama sorar: ‘Burası İstanbul mu?’ Adam kendince dalga mı geçti bilinmez, Karaköy’ü gösterir: ‘Vapura binip karşıya geçeceksin, işte orası İstanbul’ der. Karaköy Meydanı’na varınca ne yöne gideceğini bilmez. Yine: ‘Ya bismillah’ deyip sağa doğru yürür, yürür. Müzisyenler Kahvesi diye bir yere varır. Üst katı otel. Çıkarır klarnetini başlar çalmaya. Herkes bayılır ama utancından kafasını kaldıramaz da.”
“Yani senin Mustafa da tuhafmış doğrusu dede. Çalmak için onca yol gidiyor hem de utanıyor.” Ali dinlediğini göstermek için söze karıştı ama dedesi oralı değil, devam etti anlatmaya.
“Otelin Rum sahibi Mustafa’ya -Muştafa diye çağırırmış- oda verir. Böylece Mustafa, si bemol klarnetiyle çıktığı yolda şöhreti yakalamayı başarır.”
“Baba hiç bana bunları anlatmamıştın.” Sessizce babasını dinleyen Ali’nin annesi araya girdi şimdi de.
“Hatırlıyorum, radyoda dinlerdik. Hatta tek kanallı, siyah beyaz televizyonumuz vardı; bayram sabahları Mustafa Kandıralı Çiftetellisi seyrederdik.”
“Nihavent taksimle çoşturur, hüzzam taksimle hüzünlendirirdi.” derken başıyla kızını onaylayıp devam etti. “Devlet her yere gönderdi onu. Louis Armstrong ile aynı sahnede caz yaptı. Caz da ezbere çalınır, kolay değil. Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan’a konser verdi. Hafız Esat’ın özel davetlisi olarak Suriye radyolarında üfledi klarnetini.”
Ali artık uyumuştu fakat dedesi devam etti.
“ Süleyman Demirel devlet sanatçısı yapmak istemiş ama o ‘Ben halkın sanatçısıyım.’ diye geri çevirmiş; çok sonraları da pişman olmuş yaptığı kabalığını anlayıp. Aksidir de. Sahnede ona eşlik edemeyen oldu muydu kafasında kırıverir klarneti, acımaz hiç. Zeki Müren’den Ümmü Gülsüm’e bir çok sanatçıyla çalıştı. Albümler, kırkbeşlikler çıkardı. Sayısız gazino programları yaptı. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük klarnet virtüözlerinden biriydi o. ‘Kandıra’da kalsam çoban dahi olamazdım.’der hep…” Durdu, bir oh çekti. Kızına: “Haydi yatalım.” dedi.
Sabah Ali, beyaz gömlek üzerine taktığı siyah papyonu ve klarnetiyle okulun yolunu tuttu. Kimsenin bilmediği şeyleri anlatacağı için mutlu, gülümsüyordu.